Sabahın körüydü bugün saat ötmeye başladığında.
Güneş henüz doğmamıştı ama doğduğu zaman bir şeylerin olacağının habercisi gibiydi.
Artık buraları ısıtabilecek hâli kalmamıştı, beni bırakıp başkalarını ısıtıyordu artık.
İçi kanlanmış, artık bana küsmüştü.
Hiçbir şey dört yıl önceki gibi değildi bu kez, ne ben eski bendim, ne de gelecek olan misafirim.
Kalkınca kendime bir kahve yaptım, belki acıkmıştım ama içince kendimi bir tuhaf hissettim.
Dışarıya bakınca yaprakların ağaçlardan henüz düşmediklerini ve son bir gayretle ağaçların yapraklarına sahip çıkma çabalarına gözlerim takıldı.
Çöpçüler sokakları süpürüyorlardı, süpürgelerinin önlerinde anılarımı da katmışlar, kamyonlarının içinde çoktan başkalarının anılarıyla karıştırmışlardı.
Hayret ediyordum aslında yaşadıklarıma, her şey ne kadar çabuk elimden kayıp da gitmişti ve ben hiçbirinin gitmesine engel olamamıştım. Sadece şimdi arkalarından ağlamaktan başka çarem yoktu.
İşte böylece son dört yılda yaşadıklarım gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçerken birden kapım çaldı.
Yine geldi diye heyecanla kapıya koşup açtığımda hiç kimse yoktu orada, karşı kaldırımda kahkahalarla gülüp dalga geçen çocuklar dışında. Onlara da aslında kızamazdım, çünkü ne kadar kızsam da onların dünyası onlara özeldi.
Tekrar içeri döndüğümde içimi bir hüzün kaplamaya başlamıştı, ya bu yıl gelmezse?
Böyle düşünerek uyuyakalmıştım.
Ta ki zil acı acı çalıncaya kadar.
Ta ki zil acı acı çalıncaya kadar.
Yine sözünde durdu, yine geldi. Ama bu kez çok bekletti, böyle yapmaya hakkı yoktu.
Kapımı çalarken bu seferki gelişinde benden bir şeyler götüreceğini hissetmiştim.
Bu kez kendini tanıtmadı, sadece basit ve zoraki olduğu çok belli bir selâmla girdi içeri, ne o günkü gibi bir heyecan vardı gözlerinde, ne de küçük de olsa bir sevecenlik.
Sanki iki kanka değil de iki kanlı bıçaklı düşman gibiydik.
Ne olmuştu bize böyle? Eylül'ün yaptıklarından beni mi sorumlu tutuyordu?