Dünya üzerinde bir şehir düşünün ki o şehirde yaşamakta olan bütün vatandaşların çok büyük bir çoğunluğu başka başka diyarlardan gelmiş olsunlar.
Hani şehrin kendi öz topraklarından ruh-i mücerred gibi fışkırmamış, havasıyla suyuyla ateşiyle yoğurulmamış ve bitkisiyle kavrulmamış olsun.
Kendi vilâyetinde öyle ya da böyle yaşamağa tutunmağa çalışanların umutlarını kaybedebilip gelldikleri büyük şehirde karşılaştıklarından sonra kendi öz torpaklarnda kör topal giden hayatlarını bile sorgulayacak ve mumlarla arayacak hâle geliyorlar.
Burası harman olduğu yiğitlerin maymuna çevirtildiği Şehr-İstanbul yani bir adet büyükşehir olmak vardır.
Anayasamıza göre her vatandaşımız istediği vilâyette yaşayabilir, işini tutabilir, hayatını ömrünün sonuna kadar sürdürebilir.
Konu ise gidildiği şehirde uyum sağlanmasında.
Bunda acaba zamanın idarecilerinin suçu yok mudur?
Bir devletin kalkınması için bütün fabrikaların sadece İstanbul ve çevresindeki yörelerde yerleştirilmesi, en iyi okulların büyük çoğunluğunun İstanbul'da olması, sanatın sinemanın tiyatronun hasının İstanbul'da olması, btün önemli yatırımların da İstanbul'a yapılmış olması gibi sıkıntılar bizleri böyle perişan etmiş vaziyette.
Nüfûsumuz her ne kadar resmi olarak onaltımilyon olduğu iddia edilse bile en az yirmibeşmilyon insan yaşıyor.
Buradakilere de Anadolu'nun çorak topraklarında yiğitlerin harman olduğu yerlerden gelip yerleşenleri medya maymununa dönüştürmek düşüyor.
Bugün günlerden Yirmidokuz Mayıs İkibinyirmidört olmak var, hani Bindörtyüzelliüç yılında Fatih Sultan Mehmet veya Sultan İkinci Mehmet'in Şehr-İstanbul'u topraklarımıza katıp dünyanın sonuna kadar bizim olduğunu ilân edişinin Beşyüzyetmişbirinci yıl dönümü.
Çok merak edyoruz ki acaba Fatih Sultan Mehmet eğer Şehr-İstanbul'un günümüzdeki hâlini tasavvur edebilseydi almak için bu kadar uğraşır mıydı?