Bu Blogda Ara

Sayfalar

07 Eylül 2010

Haber

Belki pek kayda değer bir şeyler okuyamadınız uzun zamandır, ama tahmin edebilirsiniz ki beyin bazen tıkanır, içinde bir sürü şey birikmesine rağmen bu birikimleri yazıya dökmekte zorlanabilir :-((
Şu aralar Oniki Dev Adam ve Dünya Kupası gündeme bayağı bir meşgale veriyor, fakat ben hikayemin yönündebiraz küçük bir değişiklik yapmak istedim, bu cihetle imdı size eski zamanlardan yaşanmış veya hayal ürünü olduğu her zaman tartışılan bir öykü anlatacağım.

Öykümüz günümüzden uzun uzun yıllar öncesinde geçiyor.
Güneydeki iki komşumuz birbirleriyle yaptıkları savaşın en çetin günlerindeler. Radiolar ve Televisionlarda o günlerin bir numaralı gündemi iki devletin birbirlerine karşı saldırı ve savunma strategieleri ve tabi ki arada hakkın rahmetine kavuşan askeri ve sivil insanlar, bu konuda radyo ve televizyon sürekli haber geçiyor.
O günlerde Ankara merkezli büyük bir gazetenin sahibi de yazı işleri müdüründen talebi bir muhabirini sınıra gönderip en sıcak gelişmeleri yerinden haber almak, bu sayede diğer gazeteler ve sesli basından öne geçmek.
-Fakat o günlerde iletişim için mektup dışında fazlama bir alternatif yok, bilgisayar hak getire, telefon o bölgede yazdırmalı eh işte, teleks sadece büyük şehirlerde var-
Bizim müdür de kadrosundaki en yetenekli muhabirini de cebine o günlerin iyi bir miktar parasını cebine harcırah olarak cebine koyup sınır bölgesine gönderiyor.

Üç gün sorna gazeteye televizyon ve radiolardaki haberlerden daha ayrıntılı ve bilgili haberler gelmeye başlıyor. Hatta aralarda askerlerle yapılmış olan mülakatlar da cabası.
Gel zaman git zaman, aradaki biriki sefer küçük kesintiler dışında savaş haberleri düzenli olarak her gün gazeteye gelmeye devam ediyor.
Taa ki bir gün bizim muhabir Nevzat Tandoğan Meydanında yazı işleri müdürüyle burun buruna çarpıştığı dakkaya kadar. İlk şaşkınlıktan sorna müdür muhabirin yakasına yapışır:
"Lan sen ne arıyorsun burda!"
Muhabir ilk başta kem küm eder, fakat sonunda gerçeği açıklamak zorunda kalır.
Meğer kendisi Ankara'nın dışına hiç ama hiç çıkmamış, tüm haberleri Radiodan dinliyor, arada biraz da hayal gücünü kullanıp haberleri derleyip yazıyor, sorna da bu yazdıklarını Antep'teki kuzenine yolluyor, o da bunları hiç değiştirmeden sınırdaki postahaneden gazeteye postalıyormuş.

O muhabirin ve yazı işleri müdürünün akibetinin ne olduğunu hiç kimse bilmiyor şimdi, çünkü aradan çok zaman geçti.
Bu geçen zaman Thechnologieyi de değiştirdi, artıkım günümüzde Teleks yok kullanılmıyor, Mektup tarih oldu kağıt kalem kullanmayı unuttuk, Telefon derseniz ceplerimize girdi, Bilgisayardan anında Elektronik Mektup yolluyoruz, anında da gidiyor alıcı kişiye.

Bu hikayeyi neden mi anlattım?
Bu kadar ayrıntıyı boşverin, bu da benim sırrım olarak kalsın, ama o zamanın muhabiri de az malın gözü değilmiş, her ne kadar kandırmaca da olsa işin içinde haberlerinin hiç biri yalan değilmiş.